6111 SAYILI
YASA KAPSAMINDA VERGİ DAVALARINDAN VAZGEÇEN VERGİ YÜKÜMLÜLERİNİN BEYANLARININ
FERAGAT NİTELİĞİ TAŞIYIP TAŞIMADIĞI VE YARGILAMA MASRAFLARI KARŞISINDAKİ DURUMU
Hazırlayan :
A. Volkan ÖZGÜVEN
Avukat
Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü
Kamu Hukuku (Vergi Hukuku)
Doktora Öğrencisi
Dr. Hakan ALBAYRAK
Medeni Usul ve İcra-İflas Hukuku
NOT: Bu makale Vergi
Sorunları Dergisi, Kasım 2011, Sayı: 278 (s. 129 – 149) yayımlanmıştır. Lütfen atıflarınızı buraya yapınız.
İçindekiler
Bilindiği gibi,
6111 sayılı “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” 24.02.2011 tarihinde
yayımlanarak yürürlüğe girmiştir
.
Söz konusu Yasa
kapsamında, kamu borçlarının büyük bir kısmında, belirli şartlarla, yeniden
yapılandırılmaya gidilmiştir. Bu bağlamda, vergi borçları da, kesinleşmiş ve
kesinleşmemiş vergi borçları olmak üzere ikiye ayrılarak Yasaca belirlenen
şartlarla yeniden yapılandırılmıştır.
Buna göre,
anılan Yasa’nın “Kesinleşmemiş veya Dava Safhasında Bulunan Amme Alacakları”
başlıklı 3. Maddesinin 10. fıkrasına göre, madde kapsamına giren vergi
borçlarında, dava açılmaması veya
açılmış
davadan vazgeçilmesi ve kanun
yollarına başvurulmaması halinde, davada henüz bir karar verilip verilmediği;
karar verilmişse mükellef lehine karar verilip verilmediğine göre vergilerin
belli bir yüzdesi ile; faiz, gecikme faizi, gecikme zammı ve asla bağlı olarak
kesilen vergi cezaları/idari para cezalarının tamamının tahsilinden
vazgeçileceği hükme bağlanmıştır
.
6111 sayılı
Yasa’dan yararlanılması sonucunda, kamu alacaklısı vergi idaresi ile vergi
borçlusu arasında vergi borcu konusunda
sulh
sağlandığından, ihtilaf mevzuu kalmamakta ve yerel mahkemeler
ile Danıştay
tarafından
“Karar
verilmesine yer olmadığına” dair kararlar verilmekte ve dolayısıyla
yargılama masrafları hakkında yeniden bir karar verilmemektedir.
Ancak Gelir
İdaresi Başkanlığı tarafından, ihdas edilen 2011/6 seri nolu “Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması Hakkında 6111 Sayılı Kanun İç Genelgesi”nde
, 6111 sayılı Yasa’nın 3.
maddesi kapsamında başvuruda bulunanların, dava açmamaları, açılmış davadan
vazgeçmeleri ve yerel mahkemelerce bir karar verilmişse, kanun yollarına
başvurulmamasının şart olduğu, davadan ve kanun yolundan vazgeçmenin ise
feragat anlamına geldiği ifade edilerek, Danıştay’ın “Karar verilmesine yer
olmadığına” ilişkin kararları eleştirilmiş ve aslolanın bu durumda, üst yargı
merciince uyuşmazlık hakkında herhangi bir karar verilmemesi, feragat
nedeniyle, ilk derece mahkemesi kararının bozularak, işin esası hakkında
feragat doğrultusunda yeniden karar verilmek üzere dosyanın ilk derece
mahkemesine gönderilmesi
ve yargılama giderlerinin davacı üzerinde
bırakılması gereği ifade edilmiştir.
Bu
doğrultuda, anılan iç genelgede,
“
- vazgeçme
dilekçesi üst yargı merciine gönderilmiş ancak henüz herhangi bir karar
verilmemiş olması durumunda anılan mercie yukarıda belirtilen hususları içeren
beyan dilekçesi verilmesi,
-
üst yargı merciince uyuşmazlık hakkında karar
verilmesine yer olmadığına veya temyiz incelemesi hakkında karar verilmesine yer
olmadığına dair bir karar verilmesi durumunda ise; vazgeçme (feragat) sebebiyle
yeniden karar verilmek üzere, anılan kararın bozulmasına karar verilmesi
gerekirken davanın vazgeçme nedeniyle sonlandırılması yönünde karar verilmesi
"usul ve yasaya aykırıdır" gerekçeleriyle karar düzeltme yoluna
gidilmesi” gerektiği ifade edilmiştir.
Vergi idareleri
söz konusu bu iç genelge hükmüne istinaden, 6111 sayılı Yasa’dan yararlanan
mükelleflerin temyiz aşamasında verilmiş olan “Karar verilmesine yer
olmadığına” ilişkin kararların “usul ve yasaya aykırı” olduğu iddiasıyla karar
düzeltme yoluna gitmektedirler.
İnceleme
konumuz, 6111 sayılı Yasa’dan yararlanılmasıyla ihtilafların sonlandırılması
durumunda, feragat halinin var olup olmadığı ve bu çerçevede yargılama
masrafları ile vekâlet ücretinin hangi tarafa yükleneceğidir.
Bilindiği üzere,
feragat, kabul ve sulh kavramları 2577 sayılı İYUK’da düzenlenmemiştir. Feragat
konusunda, İYUK’un yapmış olduğu atıf doğrultusunda, HUMK hükümleri
uygulanacaktır. Zira İYUK’un “Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu İle Vergi Usul
Kanununun Uygulanacağı Haller” başlıklı 31/1. maddesinde, “Bu Kanunda
hüküm bulunmayan hususlarda; hâkimin davaya bakmaktan memnuiyeti ve reddi
ehliyet, üçüncü şahısların davaya katılması, davanın ihbarı, tarafların
vekilleri, feragat ve kabul, teminat, mukabil dava, bilirkişi, keşif, delillerin
tespiti, yargılama giderleri, adlî yardım hallerinde ve duruşma sırasında
tarafların mahkemenin sukûnunu ve inzibatını bozacak hareketlerine karşı
yapılacak işlemlerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.
Ancak, davanın ihbarı ve bilirkişi seçimi Danıştay, mahkeme veya hakim
tarafından re'sen yapılır” denilmektedir.
HUMK’nun 91.
maddesine göre, davadan feragat, “iki taraftan birinin talep sonucundan
(neticei talebinden) vazgeçmesidir”. 12.01.2011 tarih ve 6100 sayılı HMK’nın
307. maddesinde ise
“Feragat, davacının, talep sonucundan kısmen veya tamamen vazgeçmesidir”
şeklinde tanımlanmıştır.
Böylece davacı,
davadan feragat etmekle, dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde istemiş
olduğu haktan tamamen veya kısmen vazgeçmektedir.
Hiç kimse kendi
lehine olan bir davayı açmaya zorlanamayacağı gibi (HUMK. m.79, HMK 24), açmış
olduğu bir davayı sonuna kadar takibi de zorlanamaz
. Dolayısıyla, davacının
açmış olduğu bir davayı feragat etmek suretiyle sona erdirebilmesi, bu ilkenin
doğal bir sonucudur
[8]. Yargıtay da bir kararında
buna işaret etmiştir
[9].
Ayrıca şunu
belirtmek gerekir ki, uygulamada, davadan feragat yerine “davadan vazgeçme”
terimi de kullanılmaktadır. “Davadan vazgeçme” terimi, HUMK m. 185/1’ deki
davayı geri alma (davanın takibinden sarfınazar etme) anlamında da
kullanıldığından ve bu nedenle karışıklığa neden olduğundan, HUMK ve HMK’daki
teknik (ve kanuni) terim olan “davadan feragat” terimi, daima feragat anlamında
kullanmak, açık ve kolay anlaşılır olmak bakımından zorunludur
[10]. Nitekim HMK’da bilinçli
bir şekilde (HMK 307) “davadan feragat”
kavramı kullanılmıştır.
Doktrinde
davadan feragatin değişik tanımlarına rastlamak mümkündür
. Ancak davadan feragati
bütün yönleri ile en kapsamlı tanımı yapan Akyol-Aslandır. Bu tanıma göre;
“Davadan feragat, davalının ve mahkemenin kabulüne ve herhangi bir şarta bağlı
olmaksızın, davacının, dava konusundan
(talep sonucundan) kısmen veya tamamen vazgeçtiğini, yazılı veya sözlü
olarak mahkemeye yönelik tek taraflı, kesin, açık ve rücu edilemez bir irade
beyanıyla açıklaması suretiyle davaya son veren, böylece esas haktan da
vazgeçilmesine neden olan ve kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğuran karma
karakterli
bir işlemdir”
.
Davadan
feragatin çeşitli özellikleri bulunmaktadır. Bunlar; (1)Feragatin bir taraf
usul işlemi olması, (2)Feragatin hüküm ve sonuç doğurmasının davalının kabulüne
bağlı olmaması (3) Feragatin tam veya kısmi olarak yapılmasının mümkün olması
(4) Feragatten rücu edilememesi (5) Feragatin açık ve kesin olmasıdır.
Konumuz
açısından özellikle altını çizmek istediğimiz özellik; davadan feragatin bir
taraf usul işlemi olması
, şarta bağlı hüküm
verilememesi
ve yenilik doğuran bir hakkın kullanılması
sebebiyle şarta bağlı
olarak yapılamamasıdır
. Şarta bağlı feragat
geçerli olmamakla birlikte, davacının davasından şarta bağlı olarak feragat
ettiğini ( veya edeceğini ) bildirmesinin bir sulh teklifi olduğu kabul
edilmektedir
.
Eğer, davalı bu teklifi aynen kabul ederse, taraflar arasında bir sulh
anlaşması meydana gelecek ve bununla da dava, artık feragat nedeniyle değil,
sulh nedeniyle sona erecektir
. Davalı, şarta bağlı
feragati bir başka deyişle, sulh teklifinin kabul etmezse, mahkeme, şarta bağlı
olarak yapılmış olan feragati hiç nazara almayacak ve davaya devam edecektir.
Davanın geri
alınması HUMK m. 185/1 ( HMK m. 123)’de düzenlenmiştir. Davanın geri alınması,
davacının mahkemeye yönelik irade beyanıyla davaya devam edilmesi talebinden
vazgeçmesidir
. Davasını geri alan davacı, esas hakkından
feragat etmemekte, ileride tekrar dava açabilme hakkını saklı tutarak şimdilik
davayı takip etmeyerek geri almaktadır. Bu nedenden dolayı davacı, davalının
açık rızası ile davayı geri alabilir. Davanın geri alınması zımnen mümkün
değildir
.
Uygulamada “davayı atiye bırakmak” şeklinde bir yol izlenmektedir. Usul
hukukumuzda davayı atiye bırakmak diye bir kurum söz konusu değildir. Davayı
atiye bırakmak, çoğunlukla davanın geri alınması şeklinde ortaya çıkar. Ancak
duruma göre bazen dosyanın işlemden kaldırılması şeklinde de dava atiye
bırakılabilir
.
Bunun dışında, tarafların sulh olmaları sonucu, davacı davasını atiye terk
ederek takip etmemektedir
.
Beyanın feragat
olarak nitelendirilmesi de, tek başına feragatin varlığına karine teşkil etmez.
Nitekim Yargıtay 2. HD.’nin bir kararında, “…yeniden dava açabilmek için
süresinden önce ikame ettiğim bu davadan feragat ediyorum” şeklinde beyanın
feragat değil vazgeçme olduğu ifade edilmiştir
.
Sulh müessesi, daha
önce Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda düzenlenmemiş ve tanımlanmamıştı
[25] ancak, HMK ile birlikte
sulh kurumu artık kanunda, kanunun 313. Maddesinde bir kurum olarak yer
almıştır. Anılan maddede sulh, “görülmekte olan bir davada, tarafların
aralarındaki uyuşmazlığı kısmen veya tamamen sona erdirmek amacıyla, mahkeme
huzurunda yapmış oldukları bir sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
Mahkeme
huzurunda yapılan sulhu, “görülmekte olan bir davanın taraflarının,
aralarındaki hukuki ilişkiden kaynaklanan uyuşmazlığı yada şüpheli bir durumu
sona erdirmek amacıyla, mahkeme huzurunda karşılıklı fedakarlıkta bulunmak
suretiyle gerçekleştirmiş oldukları bir işlemdir” şeklinde tanımlamak mümkündür
[26].
Sulh genelde
kısmi feragati ve kabulü
bünyesinde taşımaktadır
. Ancak yukarıdaki
tanımdan da anlaşılacağı üzere sulh, feragat (ve kabulden) farklı bir
kavramdır. Aralarındaki temel farklılık, feragat ve kabulün taraflardan sadece
birinin iradesiyle mevcut uyuşmazlığı sona erdirmesine karşılık; sulhde,
tarafların karşılıklı olarak fedakarlık da bulunmak suretiyle, mevcut
uyuşmazlığı sona erdirmeleri söz konusudur
[29].
Yani, feragat ve kabul tek taraflı bir hukuki muamele iken; sulh, iki taraflı
borç doğuran akitler grubuna dahil tam karşılıklı bir sözleşmedir
[30].
Öte yandan, sulh
ancak tarafların dava konusu üzerinde serbestçe tasarrufta bulanabilecekleri
davalarda mümkündür. Bir başka deyişle, tarafların dava konusu üzerinde
serbestçe tasarruf yetkilerinin bulunmadığı davalarda, sulh ile dava sona
erdirilemez
[31]. Oysa, feragatta durum farklıdır.
Tarafların dava konusu üzerinde serbestçe tasarruf yetkilerinin olmadığı
davalarda da, davacı davadan feragat edebilir.
Feragat ile sulh
arasındaki bir diğer farklılık da, şarta bağlı feragat mümkün olmadığı halde,
taraflar, mahkeme önünde şarta bağlı bir sulh sözleşmesi yapabilirler ve böyle
bir sulh ile davanın son bulmasını sağlayabilirler
.
Feragatle sulhun ortak noktaları ise; her
ikisinin de hukuki nitelik itibariyle çift karakterli bir işlem olması, sulhun
de tek taraflı olarak rucü edilememesi, her ikisinin de vekil tarafından
yapılabilmesi için özel yetkiye ihtiyaç göstermesi(HUMK m.63), her ikisinin de
görülmekte olan davayı sona erdirerek kesin hükmün hukuki sonuçlarını
doğurmasıdır.
Sulh neticesinde
davanın nasıl sonuçlandırılacağı tartışmalıdır. Bir görüşe göre, dava doğrudan
doğruya sulh ile değil ancak mahkemenin sulhu esas almak suretiyle vereceği
hükümle sona erer
. Türk hukukundaki
ağırlıktaki diğer görüşe göre ise, sulhun bizzat kendisi davayı sona erdirir;
mahkemenin ayrıca bir karar vermesine gerek yoktur
. Dolayısıyla mahkemenin
bu sonucun elde edilebilmesi için, sulhten sonra onu esas alarak ayrıca bir
hüküm vermesine gerek olmayıp, sadece davanın konusuz kaldığını tespit ve
tevsik etmekle yetinmesi gerekir
. HMK ile birlikte bu
tartışmaya son verilmek istenmiştir. HMK’nın 315. maddesinde, “Sulh, ilgili
bulunduğu davayı sona erdirir ve kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğurur.
Mahkeme, taraflar sulhe göre karar verilmesini isterlerse, sulh sözleşmesine
göre; sulhe göre karar verilmesini istemezlerse, karar verilmesine yer
olmadığına karar verir” şeklinde belirtilmektedir.
Yapmış olduğumuz
bu açıklamalardan sonra 6111 sayılı kanunun 3. Maddesinin 10. fıkrasında geçen
“vazgeçme” teriminin ne anlama geldiği daha rahat anlaşılabilir. 6111 sayılı
kanunun 3. Maddesinin 10. Fıkrasına göre; “Bu madde hükmünden yararlanılması için madde
kapsamına giren alacaklara karşı dava açılmaması, açılmış davalardan vazgeçilmesi
ve kanun yollarına başvurulmaması şarttır.”. Görüldüğü üzere kanun koyucu
yapmış olduğu düzenleme ile devlet ile vergi mükellefleri arasındaki
uyuşmazlıkları sona erdirmek, vergi barışını sağlamak, vergi tahsilatını
artırmak için vergi mükelleflerinin ihtilaflı vergilerini affetme yoluna gitmiş
ancak bunu mükelleflerin açmış oldukları davalardan vazgeçmesi koşuluna
bağlamıştır. Dolayısıyla Gelir İdaresi Başkanlığının yukarıda zikredilen
iç genelgesinin aksine, 6111 sayılı Yasa da geçen vazgeçme terimini, vergi
mükellefleri ile devlet arasında yapılan bir sulh kapsamında değerlendirmek
gerekir. Bu şekilde 6111 sayılı Yasa
kapsamında, vergi idarelerince, vergilerde %80’e varan, vergi ziyaı cezaları ve
gecikme faizlerinde ise %100 oranında yapılan indirimler karşılığında vergi ihtilafları
karşılıklı sulh olunarak sona erdirilmiştir.
Zira
“sulh görülmekte olan bir davanın taraflarının, karşılıklı anlaşma
(fedakarlık-özveri) ile (yani bir sözleşme ile), dava konusu uyuşmazlığa son
vermeleridir. Genellikle davacı talep sonucunun bir kısmından feragat eder ve
davalı da, davcının talep sonucunun diğer (kalan) kısmını kabul eder ve
böylece(yani kısmi feragat ve kısmi kabul ile) sulh anlaşması meydana gelir”.
Nitekim, 6111 sayılı
Yasa çerçevesinde varılan sulh ile vergi idaresi, vergi alacağının büyük bir
kısmının tahsilinden vazgeçmiş; buna karşılık
mükelleflerde kazanmış olduğu davasını temyiz aşamasında takip etmeyerek
vazgeçmişlerdir.
Bilindiği üzere
feragat, kayıtsız ve şartsız olur(HMK md.309). Oysa mükelleflerin davalarından
vazgeçmesi, vergi idarelerinin büyük çapta vergi alacaklarından vazgeçmelerine
bağlanmıştır. Kanunkoyucun amacı da zaten bu şekilde ihtilafları sona
erdirmektir. Hatta bu amaçla bir genelge yayınlayarak bu yasa kapsamından
yararlanan mükelleflerle olan ihtilafların devam ettirilmemesi gerektiği
özellikle belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi, teknik
anlamda feragat kurumu burada mevcut olmayıp, her iki tarafın da karşılıklı
olarak kısmi taleplerinden vazgeçildiği sulh durumu söz konusudur. Sulh
durumunda ise, davacı tarafa vekalet ücreti hükmedilmesi ve yargılama
masraflarının davalıya yükletilmesi Yargıtay’ın da müstakar içtihadıdır.
Örneğin, Yargıtay 3.
HD’nin bir kararında, “Bu davaya konu olan
işlerde takip edilen davaların şeklen feragatla sonuçlanması ve o tarafların
talepte bulunmaları nedeniyle mahkemece bir avukatlık ücreti takdir edilip
karşı tarafa yükletilmemişse de, feragatın aslında haktan feragat olmayıp,
davanın iki taraf arasında gerçekleşen sulhun bir şartı olması karşısında
davacılar, bu avukatlık ücretini de Avukatlık Kanununun 164. maddesinin son
fıkrası uyarınca istemekte haklıdır. O halde mahkemece yapılacak iş
kavuşturulan sulhle biten dava taraflarının defter tutmakla yükümlü tacir
bulundukları ve protokol hükümleri de gözetilerek bu konuda gerekli inceleme
yapılıp onların ne miktar üzerinden sulh oldukları tesbit edildikten sonra bu
sulh mahkeme karşısında gerçekleşmiş olsaydı neye hükmedilecek idiyse bu miktar
üzerinden asgari tarife uyarınca takdir edilip hasma yükletilecek olan
avukatlık ücretine de hükmedilmesi gerekir” şeklinde hükme yer
verilmiştir.
Görüldüğü üzere,
sulh durumunda, tarafların bir takım haklarından vazgeçmelerinin şeklen feragat
olduğu; bu durumun ise aslında haktan feragat olmayıp, davanın iki taraf
arasında gerçekleşen sulhun bir şartı olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Yargıtay’a göre tarafların gerçek iradelerine bakılması gerekir. Yani
tarafların mahkemeye yönelttikleri kabul veya feragat beyanları şayet daha önce
yapmış oldukları sulh neticesinde ise bu kabul ve feragat beyanlarının sulh
şeklinde yorumlanması gerekmektedir. Örneğin bir kararında Yargıtay, “…her ne
kadar belgenin sonunda ve mahkemede yapılan duruşmadaki açıklamada davadan
feragat edildiği belirtilmekte ise de, İş mahkemesinde yapılan anlaşma gerçekte
feragat veya kabul değil, sulhdür.”.
Aynı şekilde gene bir başka kararında Yargıtay, “…Davalı Lami ve hasmı
arasındaki dava nedeniyle feragat sebebiyle reddedilmiş ise de, gerçekte Lami
hasmından haricen 6.000 lira almak suretiyle sulh olmu ve 2.6.1975 günlü
sulhname ile de hasmı hakkındaki davadan feragat etmiştir. Sulh, dava edilenin
bu kısmının davacı Lami’ye ödenmesi suretiyle yapılmıştır. Bu şekilde noterlikte tespit olunan sulhten
sonra davacı Lami hakim önünde davasından vazgeçmiştir. O halde ortada bir sulh
vardır…”.
Yine Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu’nun emsal nitelikteki bir kararında, “Avukatlık Kanununun 164. maddesinin son
fıkrası hükmüne göre avukatla iş sahibi arasında sözleşme bulunmayan hallerde
Tarifeye dayanılarak karşı tarafa yükletilecek avukatlık ücreti de avukata
aittir. Aynı Kanunun sulh ile sonuçlanan işlerde her iki tarafın da avukat
ücretlerinden müteselsil borçlu sayılacaklarına dair ilkenin yalnız avukatın takip
ettiği işten ötürü iş sahibinin isteyeceği vekâlet ücreti hakkında değil, aynı
zamanda tarife uyarınca hasma yükletilecek avukatlık ücretinde de uygulanması
gerekmektedir. Bu davaya konu olan işte takip edilen davanın şeklen feragatle
sonuçlanması nedeniyle mahkemece bir avukatlık ücreti takdir edilip hasma
yükletilmemiş ise de bu feragatin aslında sulhun bir şartı olması karşısında
davacılar bu avukatlık ücretini de istemekte haklıdırlar”
.
denilmektedir.
Yargıtay
kararlarına göre taraflar arasındaki asıl iradeye bakılması gerektiği
anlaşılmaktadır. Davacının davasından vazgeçmesi veya davalının davayı kabul
etmesi eğer aralarında yapmış oldukları bir sulhe dayanıyorsa davanın sulh
nedeniyle sona erdiğinin tespiti gerekir. Elbetteki bu sulh anlaşmasının
kanıtlanması gerekir. 6111 yasada ise bu durum gayet açıktır. Taraflar önce bu
yasa doğrultusunda bir uzlaşmaya varmakta, daha sonra bu uzlaşma doğrultusunda
da davacılar davalarından vazgeçmektedirler. Böylece kanunun istediği şekilde
ihtilaflar bir an önce sonlandırılabilmektedir.
A-DAVADAN FERAGAT VE SULHUN YARGILAMA GİDERLERİN AÇISINDAN
KARŞILAŞTIRILMASI
6111
sayılı yasa kapsamından yararlanarak davalarından vazgeçen mükelleflerin
yargılama neticesinde oluşan yargılama masraflarından sorumlu tutulup
tutulamayacağı önem arz etmektedir. Belirttiğimiz üzere bize göre burada
taraflar arasında bir feragat değil sulh anlaşması yapılmaktadır. Mükellefler
açmış oldukları davalarda haklı olduklarını düşenseler bile sırf kanunun
kendilerine vermiş olduğu haktan yararlanmak için davalarından vazgeçmişlerdir.
Bu vazgeçmenin feragat olarak yorumlanması özellikle yargılama giderleri
açısından büyük haksızlıklara neden olacaktır. Çünkü feragat veya sulh olarak
yorumlanmasına göre yargılama giderleri arasında farklılık olmaktadır. Oysaki
burada olan durum sulh nedeni ile davanın konusuz kalmasıdır. Çünkü dava açan
taraf haklı olduğunu düşünse bile ihtilafın bir an önce sonlanmasını ve kanunun
kendisine tanıdığı haktan yararlanmak istemektedir. Ancak bunun için kanuni
şart olan davasından vazgeçmesi istenmiştir.
Bilindiği
üzere yargılama giderlerinden kimin sorumlu tutulacağına ilişkin en temel ilke
yargılama giderlerinin haksız tarafa yükletilmesidir(HUMK 417, HMK. 326). Ancak
davadan feragat halinde davadan feragat edenin yargılama giderlerinden bu arada
da vekalet ücretinden sorumlu tutulması normaldir. Çünkü feragatte, davacı
aleyhine karar verilir. Dolayısıyla davasından feragat eden taraf, “davada
aleyhine hüküm verilmiş gibi yargılama giderlerini ödemeye mahkum edilir”(HMK
Md: 312)
.
Davadan
feragat halinde yargılama giderlerine kimin katlanacağına ilişkin HMK’nın 312’inci
maddesinin ikinci fıkrasında yeni bir hüküm getirilmiştir. Buna göre “davalı,
davanın açılmasına kendi hal ve davranışlarıyla sebebiyet vermemiş ve
yargılamanın ilk duruşmasında da davacının talep sonucunu kabul etmiş ise
yargılama giderlerine ödemeye mahkum edilemez”. Böylece uygulamada ortaya çıkan
tereddütler bir nebze olsun giderilerek, davadan feragat edenin davanın
açılmasına sebebiyet vermemesi ve ilk duruşmada da davadan feragat etmesi
halinde yargılama giderlerine mahkûm edilmeyeceği hükmü getirilmiştir. Böylece
daha önce yalnızca davayı kabul için getirilen hüküm artık davadan feragat
içinde uygulanabilir hale gelmiştir. Ancak burada ilk duruşmanın ancak HMK ile
yeni getirilen ön inceleme aşamasından sonra gerçekleşeceğini de göz ardı
etmemek gerekir.
Oysa,
sulh ile sonuçlanan davalarda masraflar çoğu zaman ikinci derecede önemi haiz
bir mesele sayıldığından, taraflar bunun üzerinde anlaşmaya lüzum görmezler.
Özellikle bir kanun hükmü nedeniyle, o kanun hükmümden yararlanmak için,
kendisinden haklı olduğunu düşündüğü davasından vazgeçmesi istenen tarafın,
öncelikle idare ile anlaştıktan sonra, davasından vazgeçmesi halinde bütün
yargılama giderlerinin, davadan feragat şeklinde yorumlanarak davacı tarafa
yükletilmesi büyük haksızlıklara sebebiyet verir.
Sulh
ile sonuçlanan davalarda taraflar normal olarak yargılama masrafları üzerinde
de bir anlaşmaya varacaklardır. Mahkemede bu anlaşma neticesinde kararını
verecektir. Ancak tarafların masraflar üzerinde bir anlaşmaya varamamaları veya
bu konuda anlaşmak istememeleri halinde, esas uyuşmazlık sulhen halledilmiş
olacak, fakat masraflar üzerinde mahkemenin karar vermesi gerekecektir
.
Genel kural belirttiğimiz üzere masrafların dava sonunda haksız çıkan tarafa
yükletilmesidir. Dolayısıyla sulh sözleşmesine
göre karar verildiğinde, sözleşmede yargılama giderlerine ilişkin bir anlaşma
mevcutsa ona göre, tarafların bu konuda bir talebi mevcut değilse, karar
verilmesine yer olmadığına karar verilerek dava açıldığı
sırada, hangi taraf haksız ise, o taraf yargılama giderlerine (vekalet ücretine
de) mahkum edilir
.
Davanın konusuz
kalması halinde, mahkemenin, yargılamaya devam edip, dava açıldığı sırada,
hangi taraf haksız ise, o tarafı yargılama giderlerine (vekalet ücretine de)
mahkum etmesi gerekir.
Nitekim Yargıtay’ın
da içtihatları bu yöndedir:
“Yargılama devam ederken
dava konusuz kalmış ise "dava hakkında karar verilmesine yer
olmadığına" karar verilmesi gerekir. Yerel mahkemece yazılı şekilde
davanın reddedilmesine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Öte yandan
davanın konusuz kalması halinde, mahkemenin, dava açıldığı zaman hangi tarafın
haksız olduğunu tespit edip o tarafı yargılama giderlerine mahkum etmesi
gerekir. Somut olayda, davacı dava açılmasına sebebiyet vermediğinden başka bir
anlatımla dava açmakta haklı olduğundan davacı aleyhine yargılama giderlerine
hükmedilmesi hatalıdır”.
Yine başka kararında
Yargıtay davanın konusuz kalması halinde yargılama giderleri açısından davaya
devam edilerek haksız çıkan tarafın belirlenmesi gerektiğine hükmetmiştir.
“Dava açıldıktan sonra
yargılama sırasında, 4757 sayılı yasa gereğince taraflar arasında 18.6.2002
tarihinde yeni bir kira sözleşmesi yapılmış olup, bu nedenle mahkemece davanın
konusuz kalması nedeniyle hüküm tesisine yer olmadığına, karar verilmiştir. Ancak
mahkeme, davalının davayı kabul ettiği gerekçesiyle, davacı yararına vekalet
ücretine hükmettiği gibi yargılama giderlerinin de davalıdan tahsiline karar
vermiştir. Oysa davalı, davayı kabul etmemiş, 4757 sayılı yasanın getirdiği
düzenleme ile taraflar arasındaki uyuşmazlık sona erdirilmiş ve dava konusuz
kalmıştır. Bu durumda mahkemece yargılama giderleri ile vekalet ücretinden
kimin sorumlu olacağının tesbiti için 4757 sayılı yasa çıkmamış olsa idi dava
açıldığı tarihte hangi tarafın haksız olduğu belirlenmeli ve yargılama
giderlerinden onun sorumlu olduğuna karar verilmelidir”
“Dosya
içindeki bilgi ve belgelerden; dava konusu ana taşınmazın onaylı mimari
projesinde duvar olarak gözüken bölümüne davalıların camekanlı kapı açtıkları
ve bu durumun davacı tarafından görülmesi üzerine projesine uygun eski hale
getirme davasını açtığı, yargılama devam ederken davalıların Nevşehir
Belediyesi İmar İşleri Müdürlüğünün uyarısı üzerine sözkonusu projeye
aykırılığı eski hale getirdikleri ve böylece davanın konusuz kaldığı, mahkemece
de bu husus saptandığı halde davalıların dava konusu taşınmaza ait projeye
aykırılık teşkil edecek haksız müdahalelerinin olmadığı ve davaya sebebiyet
vermedikleri gerekçesiyle davanın reddine, yargılama giderlerinin davacı
üzerinde bırakılmasına karar verildiği anlaşılmıştır. Yargıtay uygulamalarında
ana taşınmazın ortak yerlerinde projeye aykırı olarak yapılmış olan tesis ve
değişikliklerin binanın ilk yapıldığı sırada veya önceki malikleri tarafından
gerçekleştirilmiş olması halinde tüm aykırılıkların daha sonraki malikler
lehine herhangi bir hak bahşetmeyeceği kabul edilmektedir. Böylece her kat
maliki sözkonusu aykırılığın giderilmesini ve eski hale getirmeyi istemek hak
ve yetkisine sahiptir. Bu durum karşısında yargılama sırasında dava konusu
edilen aykırılığın onaylı mimari projesine uygun hale getirilmesi, davalıların
davaya sebebiyet verdikleri gerçeğini ortadan kaldırmaz. Açıklanan nedenlerle
mahkemece dava konusuz kaldığından bir karar verilmesine yer olmadığına, ücreti
vekalet ile yargılama giderlerinin davalılara yükletilmesine karar verilmesi
gerekirken, yukarıda açıklanan gerekçe ile davanın reddine karar verilmiş
olmasının yanlışlığına değinilerek kararın bozulması gerekirken onandığı bu kez
yapılan incelemeden anlaşıldığından, davacı vekilinin karar düzeltme isteminin
kabulüne
” şeklinde kararlar verilmiştir.
6111 sayılı Yasa’dan önce, vergi mükelleflerinin
davasının kabul ile sonuçlanması; ancak temyiz aşamasında yürürlüğe giren vergi
barışı niteliğindeki bu Yasa’dan yararlanılması sonucunda, dava konusu vergi
%80 indirimle ödenmesi suretiyle dava konusuz kalmaktadır. Yargıtay
içtihatlarından da görüleceği üzere, davanın konusuz kalması durumunda, dava
açıldığı sırada, hangi taraf haksız ise, o tarafın yargılama giderlerine
(vekalet ücretine de) mahkum edilmesi hem adalet hem de Yasa gereğidir.
Davanın
açılmasından sonra davacının hukuki yararı veya davanın konusu ortadan kalkarsa
dava konusuz kalır
.
Örneğin bir boşanma davasında eşlerden birisi ölürse veya alacak davasında,
davalı dava konusu borcunu öderse, tahliye davası devam ederken, davalı
kiralananı tahliye ederse, veya patent hakkının ihlali davasında patentin iptal
edilmesinden sonra, iflasta sıra cetveline ilişkin davanın, iflasın
kaldırılmasından
sonra dava konusuz kalır
.
Aynı şekilde
dava, çıkan yeni bir kanun veya Anayasa Mahkemesinin iptal kararı nedeniyle de
konusuz kalabilir
.
Bu konuda birçok örnek verilebilir. Örneğin davacı idarenin açmış olduğu,
kamulaştırma bedelinin davalı tarafından verilen vergi beyannamesindeki vergi
değerine indirilmesi davası, davanın dayanağı olan Anayasa’nın 382’inci
maddesinin 2 ve 3’üncü fıkralarının Anayasa mahkemesince iptali üzerine konusuz
kalmıştır
.
Aynı şekilde babalık (nafaka ve tazminat) davası devam ederken 1826 sayılı
Kanun gereğince çocuk babasının üzerine kaydedilmiş ve böylece çocuk yönünden
dava konusu kalmamıştır
. Bir başka kararda yine, davacı idarenin açmış
olduğu, askeri eşyanın yitirilmesinden doğan tazminat davası, söz konusu Hazine
zararının 1803 sayılı Af Kanunu kapsamına girmesi yüzünden konusuz kalmıştır
.
Bir başka kararda yine çıkan bir kanun neticesinde davanın konusuz kaldığına
karar verilmesi gerektiği karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Buna göre
davacı idarenin açmış olduğu, haksız ödenen şeref aylıklarının geri alınmasına
ilişkin “dava görülmekte iken yürürlüğe giren 1803 sayılı Af Kanunun 16.
Maddesinde ödenmiş şeref aylıklarının geri alınmayacağının buyrulmuş olması
karşısında davanın konusu kalmamıştır” şeklinde hüküm verilmiştir
.
Davanın konusuz kalması halinde nasıl bir
karar verileceği konusunda usul kanununda bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak
davanın konusuz kalması halinde mahkeme bir hüküm vermeyecek, sadece kararında
davanın konusuz kaldığını belirterek davaya son verecektir.
Ancak bu
durumda mahkemenin yargılama giderleri hakkında bir karar vermesi gerekecektir.
Bu konuda davanın açılmasında kim haksız ise, davaya devam edilseydi kimin
aleyhine karar verilecek idiyse, yargılama giderlerine de o kişinin mahkûm
edilmesi gerekir. Bu nedenle mahkemenin, davanın konusuz kalması halinde
yargılamaya devam ederek, haksız olan tarafı tespit ettikten ve yargılama giderlerine
mahkum ettikten sonra davanın konusuz kaldığını bildirerek davaya son vermesi
gerekir
.
Ancak
Yargıtay davanın yeni bir kanun hükmü çıkması sebebiyle konusuz kalması halinde
yargılama giderleri açısından kimin haklı çıkacağının dahi araştırmadan davacı
aleyhine vekâlet ücreti hükmedilmeyeceğine karar vermiştir
.
Burada davacının sıfatı önemli değildir. Davacı duruma göre bazen idare bazen
de özel hukuk kişisi olabilmektedir. Önemli olan husus, davacı aleyhine,
yargılama giderlerinden vekâlet ücretine hükmedilmemesidir.
Bunun sebebi davacının sonradan çıkan bir
kanun hükmü nedeniyle davanın konusuz kalmasından dolayı peşinen haksız
sayılamayacağı bu nedenle de aleyhine yargılama giderlerine
hükmedilemeyeceğinin düşünülmesidir. Gerçekten de davacı, mevcut kanuni
duruma göre, haklı olduğu düşüncesi ile dava açmakta ancak sonradan çıkan kanun
nedeni ile dava konusuz kalmaktadır.
Davanın konusuz kalmasından sonra ayrıca davacı aleyhine, sanki davacı haksız
çıkmış gibi, aleyhine vekalet ücretinin hükmedilmesi haksız olurdu.
Nitekim Yargıtay’ın konuyu işaret ettiği bir
kararında,
“
Davacı, davalı tarafından düzenlenen
doğalgaz faturalarında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın 1995/1 sayılı
tebliğinde öngörülen üst sınırın aşıldığını ve bu şekilde fazla para alındığını
ileri sürerek, geri alma isteminde bulunmuş ve böylece istemini anılan Bakanlık
tebliğine dayandırmıştır. Davanın açıldığı 24.10.1996 tarihinde söz konusu
tebliğin yürürlükte bulunduğu ve bu tebliğin davalıyı doğalgaz satış fıyatlarını
belirlemede belirli bir sınırlamaya tabi tuttuğu açıktır. Yargılama devam
ederken, söz konusu tebliğ, Danıştay 10. Dairesi'nin 16.3.1998 tarih,
1995/5447-1998/1162 sayılı kararıyla iptal edilmiş ve iptal kararı
kesinleşmiştir. Danıştay ve İdare Mahkemelerince bir idari işlemin iptali
hakkında tesis edilen hükmün o işlemi geriye yürürlü olarak ortadan kaldırması
ve yürürlük tarihinden itibaren hukuk aleminden silmesi karşısında mahkemenin
bozmaya uymak ve bu gerekçeyi göstermek suretiyle geri alma istemini reddetmiş
olması doğrudur. Ne var ki mahkemece davanın reddine ilişkin kararda davalının
yaptığı yargılama giderleri davacıya yüklendiği gibi, davalı yararına avukatlık
ücretine de hükmedilmiştir. Hemen belirtilmelidir ki; dava tarihi itibariyle söz
konusu Bakanlık tebliğinin yürürlükte bulunması ve davanın sonradan verilen bir
iptal kararı nedenine dayalı olarak reddedilmiş olması karşısında, davacının
yargılama giderlerine ve bu meyanda avukatlık ücretine mahkum edilmesine
hukuken olanak yoktur. Çünkü davanın taraflarından birinin, diğer tarafça
yapılan yargılama giderini ödemekle yükümlü tutulabilmesi, ancak o giderin
yapılmasına haksız olarak sebebiyet vermiş olması halinde mümkündür. Davacı, dava tarihi itibariyle yürürlükte
bulunan bir tebliğe dayanarak geri alma isteminde bulunduğuna göre, sonradan bu
tebliğin iptal edilmesi nedeniyle, davanın reddi durumunda yargılama
giderlerine ve vekalet ücretine mahkum edilemez
” denilmektedir.
Bu sefer idarenin davacı
olduğu bir başka kararda da gene Yargıtay davalı yararına vekalet ücreti
hükmedilmeyeceğine karar vermiştir. “Davacı idarenin açmış olduğu,
kamulaştırma bedelinin davalı tarafından verilen vergi beyannamesindeki vergi
değerine indirilmesi davası sırasında, davanın dayanağı olan Anayasanın 38.
Maddesinin 2. ve 3. Fıkralarının Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş
olması karşısında bu davanın hukuki dayanaktan yoksun kaldığı cihetle davanın
reddinde bu bakımlardan ve sonucu itibariyle bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak,
sonradan hâsıl olan bu hukuki duruma göre davanın reddinden dolayı davacı
idareye vekâlet ücreti yükletilemez”
.
Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür
. Ancak Yargıtay
kararlarından anlaşılmaktadır ki Yargıtay yeni bir kanun hükmü çıkması
sebebiyle davanın konusuz kalmasından dolayı davacı taraf aleyhine vekalet
ücretine hükmetmemektedir. Bunun gerekçesi basittir. Yargıtay’a göre davacı mevcut hukuki duruma
göre dava açarak haklı olduğunu iddia etmektedir. Esas davayı kaybetmediği
halde sırf yeni bir hukuk durum nedeniyle davanın konusuz kalmasından dolayı
sanki davayı kaybetmiş gibi aleyhine vekalet ücreti hükmedilmesini adalete
uygun bulmamıştır. Burada davacının sıfatı önemli değildir. Davacı idare veya
özel hukuk kişisi olabilir. Ancak kimse kaybetmediği bir davadan dolayı,
peşinen kaybetmiş kabul edilerek, vekalet ücretine mahkum edilmemesi doğru bir
yaklaşımdır.
Doktrinde Kuru, bu
kararları eleştirmiştir. Ona göre, yeni bir kanun hükmü (veya Anayasa Mahkemesi
kararı) nedeniyle davanın konusuz kalması halinde de, mahkemenin yargılama
giderleri bakımından davaya devam ederek, dava açıldığı anda hangi tarafın
haksız olduğunu tespit etmesi ve yargılama giderlerin o tarafa yükletmesi
gerekir. Dolayısıyla davayı konusuz hale getiren kanun (veya Anayasa Mahkemesi
kararı) çıkmasa idi, davayı hangi taraf kaybedecek ise, yargılama giderlerinin
(ve bu arada vekalet ücretinin) de o tarafa yükletilmesi gerekir
. Yargıtay’da bir
kararında bu şekilde karar vermiş ve yargılama giderleri açısından kimin haklı
olup olmadığının eski kanun hükmüne göre karar verilmesi gerektiğini
söylemiştir. İlgili karar şu şekildedir: “Dava, şeref aylığının geri alınmasına
ilişkin olup, evvelce mahkeme davayı reddetmiş, Yargıtay 4 HD. geri alma kararı
verilmek üzere hükmü bozmuş bozmaya uyularak duruşma yapılmış, yargılama
sırasında 1803 sayılı Af Kanunu yürürlüğe girdiği için konusu ortadan kalkmış
olan dava reddedilmiştir. –Uyuşmazlıklar dava açıldığı tarihteki şartlara göre
çözülür. Yukarıda açıklandığı gibi dava açıldığı güne göre Hazine dava açmakta
haklıdır. Sonradan yürürlüğe giren kanun bu haklılığı ortadan kaldırmaz. O
halde (davacı) Hazine yararına vekâlet ücreti takdir edilmesi ve Hazinenin
yargılama giderinin davalıya yükletilmesi gerekir”
.
Sonuç olarak önemli olan
yargılama giderlerinde temel prensipten ayrılmamaktadır. Yargılama
giderlerindeki temel prensip ise, yargılama giderlerinin haksız çıkan tarafa
yükletileceğidir. Bir davanın konusuz kalması kanunun yeni bir hükmü sebebiyet
vermiş ise, bu durumda davacı aleyhine peşinen vekalet ücreti
hükmedilmemelidir. Ya dava bu şekilde davacı aleyhine vekalet ücretine
hükmedilmeden bırakılmalı ve davanın konusuz kalması sebebiyle davaya son
verilmeli yahut haklı tarafın belirlenerek haksız çıkan tarafa yargılama
giderleri hükmedilmelidir.
6111 sayılı Yasa’da, bu Yasa’dan yararlanmak için
ihtilafların devam ettirilmemesi ön şart olarak belirlenmiştir.
Yine anılan Yasa uyarınca ihdas edilen 1 Seri Nolu
Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması Hakkında 6111 Sayılı Kanun Genel
Tebliğinde, davacı ve davalıyı da bağlayacak şekilde, ihtilafların devam
ettirilmemesi bir ön şart olarak belirlenmiştir.
Nitekim söz konusu Genel Tebliğ’in “Madde Hükmünden
Yararlanmanın Diğer Şartları” adlı D maddesinin devamında “Diğer Hususlar”
başlıklı E maddesinin 1. fıkrasında, “Mükelleflerce Kanun hükümlerinden
yararlanılmak üzere davadan vazgeçilmesi halinde idarece de ihtilaflar
sürdürülmeyecektir”, 2. fıkrasında, “Kanun hükümlerinden yararlanmak üzere
başvuruda bulunan ve açtıkları davalarından vazgeçen borçluların bu
ihtilaflarıyla ilgili olarak Kanunun yayımlandığı tarihten sonra tebliğ edilen
yargı kararları uyarınca işlem yapılmayacak ve bu kararlar ile idare aleyhine
hükmedilmiş yargılama giderleri ve vekalet ücreti bulunması halinde bu tutarlar
idareden talep edilmeyecektir. Aynı şekilde, Kanunun yayımlandığı tarihten
sonra tebliğ edilen kararlar üzerine işlem yapılmayacağından, idare lehine
hükmedilmiş yargılama giderleri ve vekalet ücreti de borçludan talep
edilmeyecektir” ve yine 5. fıkrada, “Kanunun yayımlandığı tarih itibariyle
vergi mahkemelerince tarhiyata ilişkin olarak verilmiş bulunan kararlara karşı,
mükelleflerce kanun yollarına başvurulmayıp idarece başvurulduğu hallerde,
mükelleflerin bu Kanundan yararlanmak üzere yazılı başvuruda bulunmaları
üzerine, idarece sürdürülen ihtilaflardan vazgeçilecektir.” şeklinde amir
hükümlerden anlaşılacağı üzere, mükelleflerin Yasa’dan yararlanması durumunda,
vergi idaresinin de ihtilaflardan vazgeçmesi şarttır.
Kısmi bir af
yasası niteliğinde olan 6111 sayılı Yasa’nın,
vergi adaleti açısından birçok eleştiriye tabi tutulması mümkündür.
Ancak vergi idaresi ile vergi mükellefi arasında, vergi borçları konusunda,
belirli şartlar çerçevesinde, bir uzlaşı sağladığı da bir gerçektir.
Ayrıca, % 75
oranında vergi mükellefi
lehine sonuçlanan vergi ihtilaflarının da, sona erdirilmesi sebebiyle vergi
yargısının yükünü hafiflettiği ve devletin vergi tahsilatını hızlandırarak
arttırdığı yadsınamaz bir gerçektir.
Vergi
yükümlülerinin, yapılan tarhiyatlar sonucunda, vergi mahkemelerinde açmış
oldukları davaları kazanmalarına rağmen, tarh edilen vergilerin %80’nin,
gecikme faizinin ve vergi ziyaı cezalarının ise tamamının tahsilinden
vazgeçilmesi şartıyla, davalarından vazgeçmeleri, her iki tarafında karşılıklı
haklarından vazgeçmeleri sonucunu doğuran bir sulh anlaşmasının sonucudur.
Yoksa vergi yükümlülerinin tek taraflı, şartsız, kayıtsız bir feragati mevcut
değildir. Dolayısıyla, 6111 sayılı Yasa kapsamında yapılan işleminin feragat
olarak nitelendirilmesinin mümkün değildir. Tarafların sulh olarak, davanın
konusuz kaldığına hüküm verilmesi gerekir. Danıştay’ın “Davanın konusuz kalması
nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına” ilişkin karar vermesi ve yargılama
masrafları konusunda yeniden bir karar vermemesi hukuka uygundur. Eğer
yargılama giderleri konusunda bir karar verilecek ise, yargılama giderlerindeki
temel prensip göz önünde bulundurulmalıdır. Yani haksız çıkan tarafın
belirlenerek, haksız çıkan tarafa yargılama giderlerinin yükletilmesi gerekir.
Dolayısıyla 6111 sayılı kanundan yararlanmak isteyen bir vergi mükellefinin,
davalı idare ile çıkan kanun doğrultusunda sulh olmasından sonra, davacının
davasından vazgeçmesini feragat olarak yorumlaması hem kanunun amacına, hem
hukukun temel ilkelerine hem de MK 2’de ifadesini bulan ve hukukun tümü için
geçerli olan dürüstlük ilkesine aykırıdır
.
Yargıtay 13. HD. 30.09.1999 tarih ve 1999/7094 E., 1999/6850 K(Aldemir, s. 157).